Avrupa, bir zamanlar insan hakları konusunda küresel bir örnek olarak görülürken, bugün göç politikalarında giderek daha sert ve insan haklarından uzak bir tutum sergiliyor. Düzensiz göçü kontrol altına almak bahanesiyle uygulanan sert politikalar, etik açıdan ciddi soru işaretleri doğururken ekonomik sürdürülebilirliği de tehlikeye atıyor.
Sınır güvenliğini sıkılaştırmak, mültecileri transit ülkelerde tutmaya çalışmak ve sığınma hakkı bulunmayanları hızlıca sınır dışı etmek gibi uygulamalar, Avrupa’nın temel değerleriyle açık bir çelişki içinde. Ancak kısa vadeli çıkarlar uğruna benimsenen bu politikalar, kıtanın uzun vadede kendi ihtiyaçlarına zarar veriyor.
Son dönemde Avrupa genelinde yaşanan siyasi değişimler de bu gidişatın bir göstergesi. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın yükselişi, Fransa’daki Ulusal Meclis seçimleri ve Almanya’daki bölgesel seçimler, kıtanın siyasetinde göçmen karşıtı bir yönelimin güçlendiğini kanıtladı. Üstelik, ABD’de Donald Trump’ın göçmen karşıtı politikalarla tekrar başkan seçilmesi, Avrupa’daki ılımlı siyasetçileri daha da çekingen bir pozisyona itti.
Sonuç olarak, Avrupa’da artık kimse mültecilerin yasal yollarla kıtaya ulaşabilmesi için bir çözüm arayışına girmiyor. Aksine, Macaristan Başbakanı Viktor Orban ve İtalya Başbakanı Giorgia Meloni gibi popülist liderlerin sert politikaları daha fazla destek görüyor. Ancak bu politikaların göç krizini çözmek bir yana, daha da derinleştirdiği açık.
Gerçekler ortada: Avrupa, yaşlanan nüfusunu dengeleyebilmek ve ekonomisini ayakta tutabilmek için göçmenlere ihtiyaç duyuyor. 2023 yılında düzensiz yollarla AB’ye giren kişi sayısı 385.445 iken, aynı yıl içinde 3.741.015 kişi yasal olarak AB ülkelerine yerleşti. Avrupa İşgücü Otoritesi’ne göre, AB genelinde 3 milyona yakın açık iş pozisyonu bulunuyor. Avrupa Komisyonu ise kıtanın ekonomik sürdürülebilirliğini sağlayabilmesi için yılda en az bir milyon göçmen kabul etmesi gerektiğini belirtiyor.
Bu veriler, Avrupa’da bir “göç krizinden” ziyade, algılar üzerinden şekillenen bir siyaset izlendiğini gözler önüne seriyor. Asıl yapılması gereken, göçü tamamen engellemeye çalışmak yerine, kıtanın iş gücü ihtiyacını ve küresel zorunlulukları kabul ederek daha insani ve sürdürülebilir politikalar üretmek.
Avrupa’nın Birleşmiş Milletler Yerleştirme Çerçevesi (URF) kapsamında daha fazla mülteci kabul etmeyi taahhüt etmesi gerekiyor. Toplum destekli yerleştirme programlarının artırılması ve mültecilerin işgücüne katılımının teşvik edilmesi, hem insani hem de ekonomik açıdan çözümler sunabilir.
Eğer mevcut caydırıcı politikalara sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam ederlerse, sadece göçmenler değil, Avrupa’nın kendisi de bu sürecin kaybedeni olacak. Gerçekçi, insani ve sürdürülebilir bir göç politikası artık bir tercih değil, zorunluluktur.