Türkiye, tarihsel süreçte demokrasiyi ve insan haklarını koruma sözü veren ancak bu vaatlerin yerine sistematik baskı, yargıya müdahaleler ve hukuki keyfilikle yönetilen bir ülke konumuna geldi.
Hollanda Dışişleri Bakanlığı’nın hazırladığı “Algemeen Ambtsbericht Turkije | Februari 2025” raporunun insan hakları bölümünde, Türkiye’nin insan hakları durumunun çeşitli boyutları, yargı bağımsızlığından, yasaların uygulanışına; basın ve ifade özgürlüğünden, seyahat yasaklarına; tutuklamalardan cezaevlerindeki kötü muameleye kadar ayrıntılı olarak ele alındı.
Raporun ortaya koyduğu bulgular ışığında, Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlallerinin geniş çerçevesini ve demokrasinin temellerine yönelik tehditleri bu yazıda ele alacağız.
Yargı süreçlerinin ve hukukun üstünlüğünün siyasi müdahalelerle zarar gördüğü açıklanan raporda, yasaların keyfi uygulanmasının, basın ve ifade özgürlüğünün daraltıldığını, seyahat yasaklarıyla vatandaşların hareket özgürlüğünün kısıtlandığını ve tutuklamaların hem sayısal verilerle hem de somut örneklerle ne denli yaygınlaştığını gözler önüne seriliyor.
Hukukun Üstünlüğü ve Siyasi Müdahaleler
Türkiye’de yargının işleyişi, Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) ve Hâkimler ve Savcılar Kanunu (2802 sayılı Kanun) gibi yasal düzenlemelerle teminat altına alınmış olsa da, raporda yer alan veriler yargı bağımsızlığının ciddi ölçüde sarsıldığını ortaya koyuyor. Anayasa Mahkemesi (AYM), 15 üyeden oluşmakta; bunlardan onunu Cumhurbaşkanı Erdoğan, ikisini selefi Abdullah Gül ve üçünü Türkiye Büyük Millet Meclisi atamıştı. Üyelerin 12 yıllık görev süresi, yargı bağımsızlığının sağlanmasında bir garanti. Ancak, alt mahkemelerin AYM kararlarını uygulamada gösterdiği isteksizlik ve siyasi baskılar dikkat çekiyor.
Örneğin, Can Atalay davası; Atalay, 2023 Mayıs’ında Türkiye İşçi Partisi (TİP) adına milletvekili seçilmesine rağmen, 2022’de hükümet karşıtı protestolara katıldığı gerekçesiyle 18 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. AYM, 25 Ekim 2023 tarihinde Atalay’ın haklarının ihlal edildiğine ve derhal serbest bırakılması gerektiğine karar verdi. Ancak, alt mahkeme bu kararı bir sonraki duruşmaya erteleyerek uygulamada gecikmeye gitti. 8 Kasım 2023 tarihinde Yargıtay, AYM kararını iptal ederek AYM’nin en yüksek yetkisini tanımadığını gösterdi. Bu durum, Türkiye Barolar Birliği Başkanı tarafından “anayasal düzene karşı açık bir isyan” olarak nitelendirilirken, milletvekilliğinin kaldırılması gibi sonuçlarla da yansımış, siyasi ve hukuki sistemde şok dalgaları yaratmıştı.
Keyfi Uygulamalar ve Casusluk
Raporun yasalar ve yönetmelikler bölümünde, 13 Ekim 2022’de yürürlüğe giren Dezenformasyonla Mücadele Yasası’nın basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki etkileri detaylandırılıyor. Bu yasa, dezenformasyonu yaymayı suç haline getirirken, tanımının muğlaklığı siyasi muhalefet ve sivil toplumun eleştirel seslerini susturmak için de kullanılmaya başlandı. CHP, bu yasanın kaldırılması için AYM’ye başvuruda bulunmuş; ancak 8 Kasım 2023’te AYM’nin talebi reddetmesi, yasanın yürürlükte kalmasına neden oldu.
Ayrıca, casuslukla mücadele yasasını sıkılaştırmak için hazırlanan tasarılar da, “Ajanı” ya da “Nüfuz Ajanı” kavramları çerçevesinde, siyasi muhalefet ve eleştirel seslere yönelik geniş çaplı keyfi uygulamalara zemin hazırlıyor.
Baskı ve Korku Kültürü
Türkiye’deki insan hakları örgütleri de baskı altında. 7262 sayılı Kanun kapsamında uygulanan sıkı mali denetimler, insan hakları örgütleri arasında yaygın bir korku kültürü oluşturarark işbirliği süreçlerini yavaşlattı. Türk makamları, siyasi mahkumlara para transferi yapan kişileri “terörü finanse etmek” suçlamasıyla kovuştururken, insan hakları savunucuları da bu durumun adil yargı ve ifade özgürlüğü ilkesine aykırı olduğunu savunuyor. 20 Eylül 2023 tarihinde Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) gibi kuruluşların verilerine göre, 2024 yılının ilk 11 ayında insan hakları örgütlerinin en az 76 kurul üyesi gözaltına alınmış, 22’si hapsedildi. Bu rakamlar, devletin sivil toplum üzerindeki baskı politikalarını açıkça ortaya koyuyor.
Basın ve İfade Özgürlüğü
Basın özgürlüğü, Türkiye’de uzun yıllardan beri tartışma konusu. Raporda, Türkiye’nin basın özgürlüğü endeksinde 180 ülke arasında 158. sırada yer aldığı ve 2022 ile 2023 arasında hapisteki gazeteci sayısının 40’tan 30’a düştüğü belirtiliyor.
Ancak, bu düşüş, basın özgürlüğünün iyileştiği anlamına gelmiyor; çünkü Türk makamları eleştirel ve bağımsız gazetecilere yönelik cezai kovuşturmaları sürdürüyor. Özellikle Kürt medyasına yönelik düzenlenen baskılar, web sitelerinin defalarca engellenmesi, sosyal medya platformlarının kısıtlanması ve eleştirel içerik üreten gazetecilerin gözaltına alınması, ifade özgürlüğünün ne kadar sistematik olarak daraltıldığını gözler önüne seriyor.
8 Mart 2024 tarihinde, Türk hükümetinin talebi üzerine X’in web sitesi engellenmiş; 23 Nisan 2024’te ise üç şehirde dokuz Kürt gazeteci gözaltına alınmıştı. Bu uygulamalar, devletin eleştirel ve bağımsız medya üzerindeki kontrolünü artırma çabasının bir parçası.
Türk Ceza Muhakemesi Kanunu, belirli durumlarda şüpheliler hakkında çıkış yasağı getirilmesine olanak tanırken, rapor verileri siyasi boyutu olan davaların çoğunda bu yasağın sistematik olarak uygulandığını göstermektedir. Özellikle siyasi muhalefet, Kürt aktivistler ve Gülen hareketi mensupları hakkında yürütülen davalarda, seyahat özgürlüğünün kısıtladı.
Bu tür davalarda seyahat yasağı uygulamaları “yaygın” ve “sistematik” sürüyor. Türk makamları bu aracı, hem caydırıcı bir yaptırım hem de düzenli raporlama yükümlülüğünü zorlaştırmak amacıyla kullanıyor.
Tutuklamalar, Gözaltılar ve Cezaevleri
Tutuklamalar ve cezaevlerindeki kötü muamele, raporun en çarpıcı maddelerinden birisi. Tutuklu koşullarının yasal güvencelerden uzak olduğu, gözaltı merkezlerinde gerçek tıbbi muayenelerin yapılmadığı ve tutuklulara yönelik fiziksel, psikolojik şiddetin yaygın olduğu tespit edilmiş.
Örneğin, İstanbul’da 4 Nisan 2024 tarihinde gerçekleşen protestoda en az 35 kadının kelepçelendiği, polis tarafından minibüslerle karakola götürüldüğü ve karakolda kötü muameleye maruz kaldıkları bildirilmiş. Aynı zamanda, 1 Mayıs 2024 İşçi Bayramı etkinlikleri sırasında 200’den fazla kişinin tutuklandığı, 17 Mart 2024’te Nevruz kutlamaları esnasında yaklaşık 100 kişinin gözaltına alındığı açıkça ortaya konmuştur.
Cezaevlerindeki aşırı kalabalık tutuklu sayısı, yasal kapasitenin yüzde 150’sine varan oranlar ve bu durumun yol açtığı sağlık sorunları – tüberküloz, hepatit, cilt rahatsızlıkları ve COVID-19 gibi – mahkumların insan onurunun sistematik olarak ihlal edildiğini kanıtlar niteliğinde. Örneğin, Kasım 2024 itibarıyla cezaevlerindeki mahkum kapasitesi 299.000 iken, 371.000 mahkum bulunması, 72.000 fazla mahkum olduğunu göstermekte.
Ayrıca, ağır hasta mahkumların durumu da endişe verici. Haziran 2023 itibarıyla yaklaşık 1.600 ağır hasta mahkum bulunurken, bu sayı neredeyse 2.000’e yükselmiş. Örneğin, 82 yaşındaki mahkum Makbule Özer, astım, şeker hastalığı ve yüksek tansiyon gibi sorunlarla boğuşurken, cezaevi yetkilileri tarafından serbest bırakılmıyor.
Kötü Muamele, İşkence ve Hukuki Koruma
Gözaltı merkezleri, cezaevleri ve sokaklarda gerçekleşen kötü muamele ve işkenceler, raporda alınan 2023 verileriyle de destekleniyor. TİHV’nin 2023 yılına ilişkin 731 kötü muamele ve işkence ihbarı alması, bunlardan 598’inin gözaltında, 133’ünün ise kamusal alanda gerçekleştiğinin bildirilmesi, mağduriyetlerin boyutunu gözler önüne seriyor. 2024 yılının ilk on bir ayında ise İHD ve TİHV’ye bildirilen kötü muamele ihbarlarının sayısı 692’ye ulaşmış.
Cezaevlerinde mahkumların kelepçeli olarak muayene edilmesi, sağlık hizmetlerine ulaşımda yaşanan zorluklar ve hapishane içi düzenlemelerin, uluslararası standartlardan uzaklığı, hukuki korumanın ne denli eksik olduğunu göstermekte.
Umut ve Reform
Türkiye’de insan hakları, yargı süreçlerinden, basın özgürlüğüne, dil ve kültür haklarından, tutuklama uygulamalarına ve cezaevlerindeki kötü muameleye kadar birçok alanda sistematik ihlallerle karşı karşıya. Raporun sunduğu somut rakamsal veriler ve örnekler, yalnızca Türkiye’de yaşanan baskının değil, aynı zamanda demokratik değerlerin, hukukun üstünlüğünün ve insan onurunun ne denli tehlikeye atıldığını ortaya koyuyor.
Her vatandaşın kültürel kimliğini özgürce yaşama, siyasi temsil hakkını kullanma ve insan onuruna yakışır cezaevi koşullarında muamele görme hakkı var. Ancak mevcut uygulamalar, bu temel hakların sistematik olarak ihlal edildiğini gösteriyor.
Türkiye’de insan hakları alanındaki bu derin kriz, sadece bir siyasi veya kültürel çatışma meselesi değil; aynı zamanda, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün korunması için acil reformların hayata geçirilmesi gereken derin bir yapısal sorun. Şeffaf, bağımsız ve adil yargı süreçlerinin tesis edilmesi, basın özgürlüğünün yeniden canlandırılması, dil ve kültür haklarının tam anlamıyla tanınması ve cezaevlerindeki insan onurunun korunması, ancak bu baskı politikalarının sona erdirilmesiyle mümkün olabilir.